Blogger Şeysi

10 Mayıs 2006

Stanley Kubrick

Kime niyet, kime kısmet. Elimde patlayan bir yazı var bari buraya koyayım dedim, çok ayrıntılı bir şey değil ama ödev felan yapması gereken gönlünce kullansın bunu. Eğer ödev dışında herhangi bir yerde kullanılacaksa buraya bir link eklenmesi/adımın yazılması süper olur - evet adımı yazmadan kullanmayınız - her haklı saklıdır felan yani. Buyurun yazı:

Jacques Kubrick, ailesi Orta Avrupa göçmeni olan musevi bir doktordu. Gertrude Perveler ile evlenmişti ve New York, Bronx’da hali vakti yerinde bir hayat sürüyordu. 26 Temmuz 1928’de ilk çocuğu Stanley doğdu. Bronx, bir musevi için yaşanabilecek en iyi yerdi. Ancak genç Stanley burada kendini bir yabancı olarak görüyordu. İleredeki hayatında da bunu sık sık dile getirecekti: “Ben musevi değilim, yalnızca musevi ebeveynlere sahip olan birisiyim.”
İşte bu kopukluğu bütün filmlerinin ortak noktasını, yalnızlık olgusunu oluşturacaktı.

Stanley için her şey babasının on üçüncü doğum gününde Graflex marka fotoğraf makinesi hediye etmesiyle başladı. Okul gazetesiyle giriş yaptığı fotoğrafçılık kariyerini çeşitli dergilere sattığı fotoğraflarıyla sürdürdü. Babasının hediyesinden tam beş yıl sonra, 1946’da, döneminin ünlü fotoğraf dergisi Look’ta kadrolu olarak çalışmaya başlamıştı bile. Bu işinin yanı sıra yine babasının yönlendirdiği satranç da onun için bir gelir kapısı olmuştu. Look’taki işinden arta kalan tüm vaktini parklarda ve çeşitli klüplerde girdiği satranç yarışmalarında geçiriyordu. Bazen günde 12 saatini alan bu tutkusu zaman zaman filmlerindeki sahnelerde karşımıza çıktı. Sahne arkasında ise söz geçiremediği ekip elemanları ve oyuncuları satrançta alt edip saygılarını kazanmaya çalışıyordu. Satranç onun için bir yaşam tarzı olmuştu.
Ne yazık ki Stanley, fotoğrafçılık ve satrançtaki bu başarısını derslerinde gösterememişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan dönmüş askerlerle dolan üniversiteler Stanley’e hiç şans tanımıyordu. Mevcut notlarıyla bir üniversiteye kabul edilmeyeceğini anlayınca City College of New York’ta gece derslerine katılıp notlarını yükseltmeye çalıştı. Bu dönemde asıl hayali jazz bateristi olmaktı ancak bu hevesi uzun sürmedi ve tamamen fotoğrafçılıkta yoğunlaştı.
Yine bu dönemde Kubrick hareket eden kamerayı, sinemayı keşfetti. New York’taki bütün sinemaları takip etmeye başladı. 1951’de bu ilgisini tamamen kendi imkanlarıyla çektiği “Day of the Flight” adlı bir kısa belgeselle pekiştirdi ve aynı yıl çalıştığı Look dergisinden ayrılıp yönetmen olma yolunda ilerlemeye karar verdi. İlk filmden kazandığı 100 dolar, bundan sonra çektiği iki belgeselin getirileri, yakın çevresinden aldığı borçlar ve hummalı satranç yarışmaları sonunda “Fear and Desire” ve “Killer’s Kiss” adlı ilk uzun metrajlı filmlerini tamamladı. Bu filmlerle ticari bir başarı elde edemese de büyük stüdyoların dikkatini çekmeyi başardı ve profesyonel bir ekiple çektiği “Paths of Glory” filmiyle sinema sektörüne gerçek anlamda girmiş oldu. Savaşa yönelttiği bu eleştiri oklarının ardından “The Killing” ve “Spartacus” filmleri ile kendini sinema dünyasına iyice kabul ettirdi. 1962’de “Lolita” filmini çekmek ve kariyerini sürdürmek için hayatının geri kalanını geçireceği İngiltere’ye taşındı.
1964’te o zamana kadarki en büyük başarısını nükleer savaş hakkında bir kara komedi filmi olan “Dr. Strangelove” ile kazandı. O dönemde nükleer savaş, Soğuk Savaş’ın da etkisiyle çok ciddi bir konuydu ve hep drama olarak sunulmuştu. Ancak Kubrick farklı bir bakış açısına sahipti: “Nükleer savaş hakkında düşündüklerim o kadar komik ki kimse bunları ciddiye almaz. Ben de komedi filmi yapmaya karar verdim.”
Seyirciler Kubrick’in düşündüklerini o kadar beğendiler ki aynı sene, aynı konuyla görücüye çıkan Sidney Lumet draması “Fail-Safe”, Kubrick’in “Dr. Strangelove”ının gölgesi altında kaldı.
Bu filmin ticari ve eleştirel başarısı üzerine yıldızı iyice parlayan Kubrick tamamen kendi isteği gibi bir film yapabilme olanağına kavuştu. 1968’de tamamladığı “2001: A Space Odyssey” deneysel denilebilecek bir film olmasına rağmen büyük bir patlama yaptı. Gençler ve karşıt kültür savunucularının yüceltmesiyle kazandığı gişe başarısı Kubrick’in film yapımcıları üzerindeki etkisini güçlendirdi. Aynı zamanda Kubrick’e ilk ve son Oscar’ını en iyi özel efekt dalında getiren bu film “Alien” ve “Star Wars” gibi filmlerin de önünü açmış oldu.
Usta yönetmenin cinsellik, şiddet ve özgürlüğü sorguladığı bir sonraki ve en popüler filmi “A Clockwork Orange” 1971’de gösterime girmesiyle birlikte kült filmler arasında yerini aldı. Ancak Kubrick şiddeti özendirdiği ve yücelttiği gerekçesiyle tehditler almaya başlayınca filmi İngiltere’de gösterimden kaldırmak zorunda kaldı, film 2000 yılına kadar da bir daha gösterilmedi.
Özel hayatında zaten korumacı bir insan olan Kubrick bu tehditler ve “Barry Lyndon” filminin çekimleri sırasında IRA tarafından olası bir hedef olarak gösterilmesiyle iyice içine kapandı. Öyle ki kapısına gelip kendisini arayan insanlara Bay Kubrick şu an burada değil deyip inandırıcı olabilecek kadar yabancı bir yüze sahipti. Bu yüzden her yerde dünyadan kopuk çılgın bir dahi olduğu konuşuluyordu. Kubrick bu iddiaları şöyle yanıtladı: “Benim bir karım, üç çocuğum, üç köpeğim ve yedi kedim var. Evde yalnız başına oturup ıstırap çeken bir Franz Kafka değilim.”
Ancak bu sözleri pek ikna edici bulunmadı. Neredeyse iki yıla yayılan ve toplam 300 gün süren çekimleriyle “Barry Lydon” bu iddiayı destekler nitelikteydi. Aynı şekilde 1980’de tamamladığı “The Shining” de onun mükemmeliyetçiliğini gözler önüne seriyordu. Bir sahne için filmin başrol oyuncularından Shelley Duvall tam 127 tekrar yapmak zorunda kalmış ve gözyaşları içinde çekimi tamamlamıştı. Kubrick, Scatman Crothers’ın gözüne zoom yapılacak başka bir sahnede ise tam 120 tekrar yapılmasını istemişti. Yine aynı film planlanan sürenin tam üç katı zamanda bitirilmiş ve seti kullanacak diğer filmlerin aksamasına neden olmuştu. Bütün bunlar mükemmeli yakalayıncaya kadar uğraşacak bir çılgından başka kimsenin yapacağı işler değildi.
1987’de askerliği ve Vietnam Savaş’ını sorguladığı “Full Metal Jacket” filmi ile savaş alanına döndü. Gişede Oliver Stone’un Vietnam filmi “Platoon”un gerisinde kalsa da dönemi en iyi anlatan filmler arasında yerini aldı.
Kubrick bir sonraki filmi “Eyes Wide Shut”ın tam 400 gün sürecek olan çekimlere başlamadan önce başrol oyuncuları Tom Cruise ve Nicole Kidman ile film ne kadar uzun sürerse sürsün filmi terkedemeyecekleri üzerine bir anlaşma yapılmasını istedi. Mükemmeliyetçiliği ve takıntısı tekrar kendini göstermeye başlamıştı. Ne yazık ki bunun meyvesini aldığını göremedi. Filmin montajını tamamladıktan dört gün sonra uykusunda geçirdiği kalp krizi yüzünden hayatını kaybetti. “Eyes Wide Shut” Kubrick’in gişeye bir numaradan giren ilk ve son filmi oldu.

3 Comments:

  • Ellerine sağlık, süper yazı olmuş. Kubrick'te bir numaradır zaten.

    By Blogger Ragnor, at 16/5/06 15:00  

  • ben kubrick'i severim; ama favorim değildir... fakat hakkında yazılmış her güzel yazıyı da takdir ederim kendimce. teşekkür ederim. müsadenle yazınızı link'ler hürmetlerimi sunarım efendim...

    By Blogger torkunc, at 15/7/06 21:25  

  • güle güle kullan :)

    By Blogger zeke02011, at 5/8/06 14:53  

Yorum Gönder

<< Home