Blogger Şeysi

27 Mayıs 2006

Mr Muscle Or: How I Cleaned My Legos And Started Playing Nicely

Bugünkü konumuz Lego temizliği. Legolar doğaları gereği bir çok girinti ve çıkıntı içerdiğinden kolaylıkla kirlenebilmektedir. Bunları en azından yılda bir kere temizleyip parıl parıl parlamalarını sağlamak her Legoseverin yapması gereken işlerden biridir. O halde hemen başlayalım, ihtiyacımız olanlar:
1. Yol
-bolca kirli Lego
-1 adet küvet & 1 adet leğen veya 2 adet leğen
-sabun
-diş fırçası
-bir sürü bez
2. Yol
-bolca kirli Lego
-çamaşır makinesi
-deterjan (tercihen yünlüler içim özel deterjanlardan)
-bir sürü bez
-birkaç naylon poşet

1. Yol:
İlk olarak küvetimizi (leğenimizi) güzelce ılık suyla dolduruyoruz. Sonra sabunu elimizden geldiğince köpürtüyoruz. İlk başta suyun içinde sabun parçaları oluyor ama bir süre sonra eriyip gidiyorlar, Legolara yapışacak diye korkmayın. Üçüncü aşama olarak yıkanacak pis Legolar küvete (leğene) bir güzel dökülmeli, iksir yapan büyücü edasıyla da bir güzel karıştırılmalıdır. Sonra teker teker gözümüze kestirdiğimiz parçaları alıp - sadece tırtıklı kenarları - diş fırçasıyla fışır fışır fırçalayın. Her parça fırçalandıktan sonra ılık/soğuk suyla doldurduğumuz ikinci leğenimize atılmalı ki iyice durulansınlar, sabundan kurtulsunlar. Yoksa bir sonraki temizliğe kadar sabun tadında, kaşıntı yapan Legolarla oynamak zorunda kalırsınız. Bütün Legolarınızı bu şekilde temizleyip duruladıktan sonra bezlerinizi alın ve teker teker kurulandıkları kadar kurulayın. Tamamen kurulamanız imkansız olduğu için bunları uygun bir yüzeye serip - birbirlerine değmemelerine dikkat edin, yapışıyorlar ve araları ıslak kalıyor - kendi çabalarıyla kurulamalarını bekleyin. Birkaç saat sonra mis gibi Legolarınız oldu işte oh!!
2. Yol:
Birkaç tane naylon poşeti iç içe geçirin ve içini bezlerle doldurun. Bu yaptığınız çantanın içine de Legolarınızı dökün, güzelce çamaşır makinesine yerleştirin. Sonra en soğuk - 30 derece mesela - ayarda, az deterjan kullanarak kısa programı çalıştırın. Makine işini bitirince yukarıdaki kurulama işlemini tekrarlayın. Yine mis gibi Legolarınız oldu!!

BONUS: Legolar poşetlerinden çıkıp ışık ve havayla temas etmeye başladıktan ortalama iki sene sonra sararmaya başlıyorlar. Bunu önlemek için cin bir arkadaşımız arabalarda kullanılan plastik parlatıcı spreyleri önerdi. Bu spreyler ne kadar zehirlidir, işe yararlar mı hiç bir fikrim yok. Denemek isteyen olursa buyursun denesin ama ölürseniz veya Legolarınız erirse mesuliyet kabul etmem. Ben kobay olarak birkaç parçamı feda edeceğim ilerleyen günlerde. Eğer bir netice alırsam - ki bu ancak 2 yıl sonra anlaşılır :P - burada yazarım.

P.S. Mesela birinci yolu izlerken iki küvet de kullanabilirsiniz elinizde varsa. Hatta ve hatta çamaşır makinesinin çalışması için elektrik ve suya ihtiyacı olacaktır. Ayrıca ses/motor/ışık gibi parçaları yıkayıp bozdum da demeyin bana. Çok fazla ayrıntıya girmedim, ama bu temizleme manualında bug var deyip de gelmeyin yanıma!! Amerika değil burası, dava açsanız da sallamam. Güle güle.

24 Mayıs 2006

Le Temps Qui Reste

Önsöz:
Aşağıdaki yazı tamamen spoiler içermektedir, lütfen "kendi riskinizle" okuyunuz. Ancak filme gitmeyi düşünüyorsanız derhal vazgeçmenizi, hatta spoiler var demeyip aşağıdaki yazıyı okumanızı öneriyorum. Boşa gidecek zamanınızı, paranızı ve muhtemel ruhsal çöküntünüzü engellemiş olursunuz. Nedir bu film böyle?

Homoseksüel fotoğrafçı Romain çekim esnasında bayılır ve soluğu doktorda alır. Doktor kanser olduğunu ve kurtulma şansının %5 bile olmadığını söyleyince yemişim kemoterapiyi der ve kendini yollara vurur. Hikaye kısaca böyle, kahramanın homoseksüel olması dışında Yeşilçam filmlerini aratmıyor yani. Daha filmin beşinci dakikasında kanser olduğunu öğrendiği anda anlamıştım nasıl bir hata yaptığımı. Yine de bekledim belki bir şey çıkar diye, çıkmadı. Bir on dakika kadar daha geçince en can alıcı sahneyle karşılaştım. Oğlan ailesiyle yemek yerken annesi homoseksüelliği bırakıp (nasıl oluyorsa işte) çocuk yapmasını istedi bizimkinden. Burada gözyaşlarına boğulup hıçkıra hıçkara ağlamam gerekirdi, oğlan kendi canını kurtaramıyor sen bir de velet sarmak istiyorsun başına ah be anne oldu mu şimdi? Hayır olmadı tabi, ama can alıcı sahne bu değildi tabi. İki sıra önümde birden bire bir kafa belirdi! Filme geciktiğim için karanlıkta girmiştim salona, meğer görevlilerden biri koltuklara serilip yatıyormuş. Ancak film arasında anlayabildim ne olup bittiğini! İlk yarının büyük kısmı korku içinde bu kafanın bana zarar verip vermeyeceğini düşünmekle geçti zaten, neyse ki rahat bir nefes alabildim sonradan. Filmin ikinci yarısı ise bomba gibi başladı. Kahramanımız geceleri çıplak yatan babannesini ziyaret ettikten sonra bir restorana gitti. Orada kaynaştığı kadın bir garson bizimkini çok beğendiğini söyledi! Meğer kocası kısırmış da, çocuk istiyorlarmış da, neden onunki olmasınmış!! Bizimki başta hık mık etse de sonra kabul etti ve kadını yatağa attı. Asıl olay bizimki kocan da gelsin beni gazlasın diyince patladı. Bu tempolu grup seks sahnesinden sonra kafayı duvara vurmalar, kendi kendine saç kesmeler, eski erkek arkadaşla bir kez daha sevişme denemeleri falan filan derken yakışımız bir sahil kenarında ölünce film de bitmiş oldu çok şükür! Böylesine klişe bile denemeyecek bir senaryoyu yazmayı başaran François Ozon'u tebrik etmek istiyorum buradan. Birbirinden kötü oyuncuları saymıyorum bile. IMDB'de 7/10 oy alması, bilimum platformda övgülere boğulmasını felan benim sinemadan bir şey anlamadığıma yorabilirsiniz elbette! Yine de bu filmin yakılmasını, yok edilmesini savunmamı engelleyemezsiniz. Hayatta daha kötü bir şey görmediğimi düşünüyordum ki Star Wars animasyonum geldi aklıma. Eve gelince kendime iyi davrandım ve bu fikrimden de vazgeçtim. Benim animasyonum döver bu filmi rahatlıkla.

14 Mayıs 2006

Morgellons

Kuş Gribi yeterince korkunç gelmedi mi? O zaman bunu dinleyin:

Güney Teksas çevresinde ortaya çıkan Morgellons hastalığının ne olduğu hala bulunamadı. Bilinen tek şey öldürücü olmadığı. Peki bu iyi bir şey mi? Hayır, kesinlikle değil. Vücudun her yerinden spagetti boyutlarında "fiber kablolar" çıkmasına neden olan hastalığın bir tedavisi henüz yok. Değişik renklerde çıkan bu kablolar için bir hasta yakını Lisa Wilson şöyle konuştu:
"Göğüsünden fırlayan yarım santim uzunluğundaki spagetti tanelerine benziyordu. Tüm gücümle çekmeye çalıştım yine de hiçbir değişiklik olmadı."

12 yıl antibiyotik tedavisi sonrasında hala Morgellons'dan kurtulamayan Harriett Bishop ise hastalık hakkında şunları söyledi:
"Onları koparıp acıdan kurtulmak istiyorsunuz, ama bir tanesi çıksa bile altında daha milyonlarcası olduğunu görebiliyorsunuz. Dokunaçları orada, kabloları orada, herşeyleri orada."

İnanılmaz acılar içinde kurbanlarını kıvrandıran bu hastalığın bir diğer belirtisi de deri altında hareket eden böcekler. Buna ek olarak ter damlalarını yoğun ve siyah renkli bir sıvıya dönüştürdüğü de biliniyor. Herhangi bir ilaçla zayıflatılamayan, cerrahi müdahelenin bile tam olarak etkilemediği bu hastalık sonucunda hastalar intihar etmek dışında bir kurtuluş bulamıyorlar. Son bir yıl içinde 100 kişide görülen ve nasıl bulaştığı da saptanamayan hastalığın yayılmasından endişe ediliyor.

Evet, bilimkurgu filmlerini andıran böyle bir hastalık var. Nereden geldiği bilinmiyor, bazı komplocular Uzaylıların Dünya'ya uyum sağlamak için insan bedenlerine yerleştiğini iddia ediyor. Çoğu doktorun bir efsane olduğunu öne sürdüğü bu hastalık hakkında bilinen tek şey ise gittikçe yaygınlaştığı.

http://www.morgellons.org./index.html
http://www.morgellons.org./images.html (resimler)
http://en.wikipedia.org/wiki/Morgellons
http://www.mysanantonio.com/...

10 Mayıs 2006

Stanley Kubrick

Kime niyet, kime kısmet. Elimde patlayan bir yazı var bari buraya koyayım dedim, çok ayrıntılı bir şey değil ama ödev felan yapması gereken gönlünce kullansın bunu. Eğer ödev dışında herhangi bir yerde kullanılacaksa buraya bir link eklenmesi/adımın yazılması süper olur - evet adımı yazmadan kullanmayınız - her haklı saklıdır felan yani. Buyurun yazı:

Jacques Kubrick, ailesi Orta Avrupa göçmeni olan musevi bir doktordu. Gertrude Perveler ile evlenmişti ve New York, Bronx’da hali vakti yerinde bir hayat sürüyordu. 26 Temmuz 1928’de ilk çocuğu Stanley doğdu. Bronx, bir musevi için yaşanabilecek en iyi yerdi. Ancak genç Stanley burada kendini bir yabancı olarak görüyordu. İleredeki hayatında da bunu sık sık dile getirecekti: “Ben musevi değilim, yalnızca musevi ebeveynlere sahip olan birisiyim.”
İşte bu kopukluğu bütün filmlerinin ortak noktasını, yalnızlık olgusunu oluşturacaktı.

Stanley için her şey babasının on üçüncü doğum gününde Graflex marka fotoğraf makinesi hediye etmesiyle başladı. Okul gazetesiyle giriş yaptığı fotoğrafçılık kariyerini çeşitli dergilere sattığı fotoğraflarıyla sürdürdü. Babasının hediyesinden tam beş yıl sonra, 1946’da, döneminin ünlü fotoğraf dergisi Look’ta kadrolu olarak çalışmaya başlamıştı bile. Bu işinin yanı sıra yine babasının yönlendirdiği satranç da onun için bir gelir kapısı olmuştu. Look’taki işinden arta kalan tüm vaktini parklarda ve çeşitli klüplerde girdiği satranç yarışmalarında geçiriyordu. Bazen günde 12 saatini alan bu tutkusu zaman zaman filmlerindeki sahnelerde karşımıza çıktı. Sahne arkasında ise söz geçiremediği ekip elemanları ve oyuncuları satrançta alt edip saygılarını kazanmaya çalışıyordu. Satranç onun için bir yaşam tarzı olmuştu.
Ne yazık ki Stanley, fotoğrafçılık ve satrançtaki bu başarısını derslerinde gösterememişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan dönmüş askerlerle dolan üniversiteler Stanley’e hiç şans tanımıyordu. Mevcut notlarıyla bir üniversiteye kabul edilmeyeceğini anlayınca City College of New York’ta gece derslerine katılıp notlarını yükseltmeye çalıştı. Bu dönemde asıl hayali jazz bateristi olmaktı ancak bu hevesi uzun sürmedi ve tamamen fotoğrafçılıkta yoğunlaştı.
Yine bu dönemde Kubrick hareket eden kamerayı, sinemayı keşfetti. New York’taki bütün sinemaları takip etmeye başladı. 1951’de bu ilgisini tamamen kendi imkanlarıyla çektiği “Day of the Flight” adlı bir kısa belgeselle pekiştirdi ve aynı yıl çalıştığı Look dergisinden ayrılıp yönetmen olma yolunda ilerlemeye karar verdi. İlk filmden kazandığı 100 dolar, bundan sonra çektiği iki belgeselin getirileri, yakın çevresinden aldığı borçlar ve hummalı satranç yarışmaları sonunda “Fear and Desire” ve “Killer’s Kiss” adlı ilk uzun metrajlı filmlerini tamamladı. Bu filmlerle ticari bir başarı elde edemese de büyük stüdyoların dikkatini çekmeyi başardı ve profesyonel bir ekiple çektiği “Paths of Glory” filmiyle sinema sektörüne gerçek anlamda girmiş oldu. Savaşa yönelttiği bu eleştiri oklarının ardından “The Killing” ve “Spartacus” filmleri ile kendini sinema dünyasına iyice kabul ettirdi. 1962’de “Lolita” filmini çekmek ve kariyerini sürdürmek için hayatının geri kalanını geçireceği İngiltere’ye taşındı.
1964’te o zamana kadarki en büyük başarısını nükleer savaş hakkında bir kara komedi filmi olan “Dr. Strangelove” ile kazandı. O dönemde nükleer savaş, Soğuk Savaş’ın da etkisiyle çok ciddi bir konuydu ve hep drama olarak sunulmuştu. Ancak Kubrick farklı bir bakış açısına sahipti: “Nükleer savaş hakkında düşündüklerim o kadar komik ki kimse bunları ciddiye almaz. Ben de komedi filmi yapmaya karar verdim.”
Seyirciler Kubrick’in düşündüklerini o kadar beğendiler ki aynı sene, aynı konuyla görücüye çıkan Sidney Lumet draması “Fail-Safe”, Kubrick’in “Dr. Strangelove”ının gölgesi altında kaldı.
Bu filmin ticari ve eleştirel başarısı üzerine yıldızı iyice parlayan Kubrick tamamen kendi isteği gibi bir film yapabilme olanağına kavuştu. 1968’de tamamladığı “2001: A Space Odyssey” deneysel denilebilecek bir film olmasına rağmen büyük bir patlama yaptı. Gençler ve karşıt kültür savunucularının yüceltmesiyle kazandığı gişe başarısı Kubrick’in film yapımcıları üzerindeki etkisini güçlendirdi. Aynı zamanda Kubrick’e ilk ve son Oscar’ını en iyi özel efekt dalında getiren bu film “Alien” ve “Star Wars” gibi filmlerin de önünü açmış oldu.
Usta yönetmenin cinsellik, şiddet ve özgürlüğü sorguladığı bir sonraki ve en popüler filmi “A Clockwork Orange” 1971’de gösterime girmesiyle birlikte kült filmler arasında yerini aldı. Ancak Kubrick şiddeti özendirdiği ve yücelttiği gerekçesiyle tehditler almaya başlayınca filmi İngiltere’de gösterimden kaldırmak zorunda kaldı, film 2000 yılına kadar da bir daha gösterilmedi.
Özel hayatında zaten korumacı bir insan olan Kubrick bu tehditler ve “Barry Lyndon” filminin çekimleri sırasında IRA tarafından olası bir hedef olarak gösterilmesiyle iyice içine kapandı. Öyle ki kapısına gelip kendisini arayan insanlara Bay Kubrick şu an burada değil deyip inandırıcı olabilecek kadar yabancı bir yüze sahipti. Bu yüzden her yerde dünyadan kopuk çılgın bir dahi olduğu konuşuluyordu. Kubrick bu iddiaları şöyle yanıtladı: “Benim bir karım, üç çocuğum, üç köpeğim ve yedi kedim var. Evde yalnız başına oturup ıstırap çeken bir Franz Kafka değilim.”
Ancak bu sözleri pek ikna edici bulunmadı. Neredeyse iki yıla yayılan ve toplam 300 gün süren çekimleriyle “Barry Lydon” bu iddiayı destekler nitelikteydi. Aynı şekilde 1980’de tamamladığı “The Shining” de onun mükemmeliyetçiliğini gözler önüne seriyordu. Bir sahne için filmin başrol oyuncularından Shelley Duvall tam 127 tekrar yapmak zorunda kalmış ve gözyaşları içinde çekimi tamamlamıştı. Kubrick, Scatman Crothers’ın gözüne zoom yapılacak başka bir sahnede ise tam 120 tekrar yapılmasını istemişti. Yine aynı film planlanan sürenin tam üç katı zamanda bitirilmiş ve seti kullanacak diğer filmlerin aksamasına neden olmuştu. Bütün bunlar mükemmeli yakalayıncaya kadar uğraşacak bir çılgından başka kimsenin yapacağı işler değildi.
1987’de askerliği ve Vietnam Savaş’ını sorguladığı “Full Metal Jacket” filmi ile savaş alanına döndü. Gişede Oliver Stone’un Vietnam filmi “Platoon”un gerisinde kalsa da dönemi en iyi anlatan filmler arasında yerini aldı.
Kubrick bir sonraki filmi “Eyes Wide Shut”ın tam 400 gün sürecek olan çekimlere başlamadan önce başrol oyuncuları Tom Cruise ve Nicole Kidman ile film ne kadar uzun sürerse sürsün filmi terkedemeyecekleri üzerine bir anlaşma yapılmasını istedi. Mükemmeliyetçiliği ve takıntısı tekrar kendini göstermeye başlamıştı. Ne yazık ki bunun meyvesini aldığını göremedi. Filmin montajını tamamladıktan dört gün sonra uykusunda geçirdiği kalp krizi yüzünden hayatını kaybetti. “Eyes Wide Shut” Kubrick’in gişeye bir numaradan giren ilk ve son filmi oldu.

09 Mayıs 2006

Brickshelf

Yaptığım Lego oyuncaklarının fotoğraflarını çekip burada yayınlayacağım artık, ilgilenen olursa adresimi de vereyim:

http://www.brickshelf.com/cgi-bin/gallery.cgi?m=zeke02011

"Random" düğmesine basıp önünüze çıkacak aşmış şeylere bakmanızı öneririm.